Geriye dönüp, dünyada gerçekleşmiş global krizlere baktığımızda, krizden hemen sonra en sık sorulan sorular: “Yolunda gitmeyen neydi?”, “Daha iyi bir dünya için neyi değiştirmeliyiz?”. Öncelikle düşünce kuruluşlarının, akademinin ve kar amacı gütmeyen kuruluşların sormaya başladığı bu sorular aslında çoğu zaman yeni kavramların ve değerler setlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Ve dünya artık, o yeni dünya düzenini konuşmaya sonra da içselleştirilip ufukta görünen transformasyona uyumlanmaya çalışıyor, ve bir paradigma değişikliği yaşanıyor.
2008 tarihinde yaşanan global ekonomik krizi hatırlayalım. ABD kaynaklı bu krizde, ev kredisi borçlarının kontolsüzce tahvile dönüştüğü ekonomi, yüksek kar beklentisi olan kredi kuruluşlarının kredi puanları ve risk göstergeleriyle yanlış ve eksik bilgi vermesi sonucunda tamamen kontrolden çıktı. Bu krizden dünyanın çıkardığı derslerden belki de en önemlisi, bir yatırımın gerçekleştirilmesinde sadece kar maksimizasyonunu gözeterek değil, şirketin faaliyetleriyle ilgili diğer alanlarda da fayda yaratma amacıyla hareket etmenin öneminin anlaşılmış olmasıdır. Bir şirketin faaliyetleri dahilinde uyguladığı çevre politikaları, iş güvenliği kriterlerine uyum stratejisi, yönetim kurullarındaki bağımsız üye veya kadın üye sayısı gibi konular en az karlılık oranları kadar öne çıkmaya başladı.
BUNA DA GÖZ ATIN: COVID-19 Sonrası Yükselen Yatırım Trendleri
2008 krizinin insanlığa hediyesi “sosyal iş”, “sosyal girişim” kavramlarının ortaya çıkışı ve pekişmesi oldu. Belki daha önceleri de anılan bu kavramlar devlet politikası haline gelmeye başladı. Örneğin, 2003 yılında İngiltere’de Tony Blair hükümetinin politika gündemine giren “sosyal yatırım” sektörünün oluşturulması niyeti, 2010 yılında hükümeti kuran David Cameron liderliğinde sosyal yatırıma öncülük eden bir kamu biriminin doğrudan başbakana bağlı bir kurum olarak yapılandırılmasına kadar devam etti. İngiltere 2013 yılında G8 ülkeleri nezdinde Sosyal Etki Yatırımı İzleme Komitesini oluşturup ekosistemin genişlemesini sağladı.
Koronavirüs salgını tüm insanlığı çaresiz bırakan global bir sağlık krizi olarak tarihe geçerken, beraberinde getirdiği ekonomik sıkıntıların da etkisiyle, devletlerin kamu hizmetlerini karşılama görevini yerine getirmekte yeterli olamadığını gördük. Korona krizinin gündeme getirdiği iki anahtar kelime dayanıklılık ve işbirliği oldu. Bu krizin en önemli sonuçlarından birisi, kriz süreci içerisinde devlet ile özel sektörün, ve hatta sivil toplumun tek çıkış yolunun dayanışma ve işbirliği olduğunu anlamasıydı. Devletten beklenen her kamu hizmetinin devlet tarafından karşılanamadığı durumlarda özel sektöre de iş düştüğü, sivil toplumun da bu denklemde iyileştirici etkisi olduğu anlaşıldı.
Diğer taraftan, salgın, iklim değişikliği, topraksızlaşma, suya erişimsizlik gibi global tehlikeler ve riskler düşünüldüğünde, yatırımlarda artık sadece kar ve risk oranlarına değil, yatırımın yarattığı sosyal ve çevresel etkinin de en az finansal performans kadar önemli olduğu noktasına bir kez daha gelindi. Bir kez daha anlaşıldı ki sözkonusu tehlikeler ve sorunlar sadece hükümetlerin değil, hepimizi etkileyecek kollektif bir özellik taşıyor ve kollektif bir çözüm bekliyor.
Kamu ile Özel Sektör Arasında Nasıl İşbirlikleri Bekleniyor?
Özellikle devletten beklenen eğitim, sağlık, bakım hizmetleri, işsizliğin giderilmesi gibi alanlarda, ihtiyaca cevap vermek ve aynı zamanda sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak noktasında karşımıza yeni yatırım modelleri çıkmakta. Örneğin “blended finance” adıyla anılan ve farklı finansman kaynaklarından elde edilen sermayenin bir havuzda birleştirilip belirli bir hizmetin sağlanmasına odaklanacak karma finans yöntemleriyle, aslında paydaşların el attığı projelerin hayata geçirildiğini ve toplumun ihtiyacı olan bu hizmetlerin bu şekilde karşılandığını görüyoruz. Hindistan, Bangladeş, Kamboçya gibi devlet bütçesinin sınırlı olduğu ülkelerde, kalkınma ekonomisi bağlamında sözkonusu hizmetlerin “sosyal girişimcilik”, “mikrofinans” gibi yatırım modelleriyle sözkonusu karma finans yöntemleri yıllardır uygulanmakta ve bu trendin giderek yayılması bekleniyor.
Özel sektör ekseninde ise, özellikle kamunun ihale ettiği sağlık,eğitim, finansmanında artık çoklukla “public private partnership-PPP” adı verilen kamu/özel ortaklıklarının artacağını göreceğiz. Bu yatırım modellerinin ortak noktası, yatırım projelerine sağlanan kredilerin sadece finansal performansı değil, aynı zamanda ölçülebilir sosyal veya çevresel etkiyi gözetmesidir. PPP’ler beraberinde ESG (Environmental and Social Governance) kriterlerinin ve sürdürülebilir kalkınma amaçlarını esas alan etki yatırımlarının ölçülebilir pozitif sosyal veya çevresel etki kriterlerini beraberinde getirecek.
Dünyada “filantropi” olarak anılan hayırseverlik sektörü bile “girişimsel filantropi”ye evrilmiş durumda ve karşılık beklemeden yapılan bağış veya hibe faaliyetleri yerine, sosyal veya çevresel etkinin gözetildiği ve etkinin ölçüldüğü finansman veya hibe modelleri tercih edilmekte. Korona sürecinden sonra bizi bekleyen yeni dünya düzeninde , yatırımlarda “sürdürülebilirlik” ve “etki” unsurlarının yatırım kriterlerini karşılamada ön şart haline geldiğini göreceğiz.