Kentsel dayanıklılık, kentlerin ve kentsel ağların, ani veya süregelen doğal ve beşerî zorluklara karşı adaptasyon, dönüşüm ve gelişim bağlamında sürdürülebilir bir direnç gösterebilmesi olarak tanımlanabilir. Aslında farklı disiplinler için farklı anlamlar ifade eden ve herkesi kendisine çeken sihirli bir kavram… Sihrin temelinde de kentleşmenin dikkat çekici boyutları bulunuyor. 1975 ve 2015 yılları arasında dünya kentlerinin nüfusları ve yüzölçümleri üç kat civarında arttı. Birleşmiş Milletler, 2050 yılında dünya nüfusunun %68’ine tekabül edecek 6,7 milyar insanın kentlerde yaşayacağını tahmin ediyor. Bu artışın %90’ı da Asya ve Afrika kıtalarından gelecek. Bu büyüme hızı ve orantısız dağılım, birbiri ardına yeni sorunlar doğmasına ve mevcut sorunların da iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmesine sebep oluyor.
Bu bağlamda kentsel dayanıklılık, çoğulculuğun ve eşitlikçiliğin tesis edilememesi, artan altyapı ve üstyapı ihtiyaçları, finansmana erişimde yaşanan güçlükler, yerel ve merkezi yönetimlerle sivil toplum, akademi ve özel sektörün strateji, iş birliği ve kapasite eksiklikleri, yoğun enerji ve kaynak kullanımının getirdiği yükler, iklim değişikliğinin etkileri, doğal afetler, insani krizler ve COVID-19 benzeri süregelen veya kısa süreli şoklar halinde vuku bulan sorunlara karşı ayakta kalmayı ifade ediyor. Bunun için de ekonomi, ekoloji, birey, toplum ve yapılı çevre sacayaklarına eşzamanlı olarak eğilmek gerekiyor. Nihai amacın da verilen zararları azaltmak değil, net fayda yaratmak olması çok önemli.
Günümüzde kentler, bireysel, toplumsal ve kurumsal ilişkileri, bilgi üretimini ve kullanımını, kimlikleri ve yaşayış biçimlerini, jeopolitik dengeleri, ekonomik faaliyetleri ve doğa ile etkileşimi radikal şekilde değiştirme gücüne sahipler. Bu potansiyeli doğru noktalara aktarmak ve verimli bir şekilde kullanmaksa çok da kolay olmuyor. Zira kentler, çok çeşitli sistem ve ağlardan oluşan karmaşık yapılar… Bu karmaşa aslında etki yatırımcılarına arayıp da bulamadıkları vizyoner fırsatları sunuyor. Ancak bunun için artık kanıksanmış altyapı ve enerji yatırımlarının bir adım ötesine bakabilmek gerekiyor. Gerçek etkiyi, bireye ve topluma doğrudan dokunacak ve doğaya verilen zararı azaltmaktan ziyade net iyileşme sağlayacak yeni nesil girişimlerde arayacak yatırımcılar için sınır ancak yıldızlar olabilir.
Örneğin WRI’a göre küresel enerji talebinin %32’sinden, karbon ayak izinin de %25’inden doğrudan sorumlu olan binalardan başlanabilir. IFC verilerine göre 2030 yılına kadar “yeşil binalara” yapılacak yatırımlar 25 trilyon dolar seviyesine kadar çıkabilecek. Asya-Pasifik bu talebin tahminen dörtte üçünü oluşturacak. Bu noktada “yeşili” doğru tanımlayabilmek çok önemli. Amaç, asgari şartları sağlamak ya da kurumsal tatmin oluşturmak olmamalı. Sadece finansal verilere dayanan yatırım geri dönüşü de ana amaçlardan sapılmasının en önemli sebeplerinden. Bu kısıtları aşmak için incelenebilecek en yenilikçi yaklaşımlardan biri de “Living Building Challenge”. Bu yeni nesil değerlendirme standardı tüm yapı yaşam döngüsü kapsamında (planlama, inşaat, kullanım, yıkım, dönüşüm) şu kalemleri içeriyor; mekânın ekolojisi, kentsel tarım, doğal alan takası, insani ölçeklerde yaşam, sorumlu su kullanımı ve net su fazlası, ihtiyaçtan fazla yenilenebilir enerji üretimi, sıfır-karbon, sağlıklı ve yetkin iç mekanlar, doğaya erişim, sorumlu ve sürdürülebilir materyaller ve tedarik süreçleri, net pozitif atık yönetimi, evrensel erişilebilirlik ve kapsayıcılık, güzellik ve biyofili, ilham vermek ve eğitim odaklılık. Doğal alan takası özellikle ilgi çekici bir konsept. Bu konsept, başka bir lokasyonda en az proje alanı büyüklüğünde daimî bir doğal habitat yaratılmasını öngörüyor. İnsanlığın artan taleplerini karşılayabilmek için doğanın her geçen gün daha fazla tahrip edildiğini ve bunun diğer türlerin haklarına bir taciz olduğunu fikren kabul etmek yeterli değil. Bunu pratikte de uygulayabilmek gerekiyor.
Etki yatırımları, Platon’un mağara alegorisindeki gölgeleri gerçek sanma evresini geçmiş, önce ateşin sonra da mukaddes güneşin parlaklığı ile gözleri kamaşmış insanları kendisine çekiyor. Görevleri de mağaranın karanlığına geri dönüp gördüklerini paylaşarak farkındalık yaratabilmek. Orijinal hikâyede bu amaca ulaşılamıyor ancak dünyadaki dalgalanmalar karşısında tekrar ve tekrar denemekten başka çare yok. Bireye, topluma, ekolojiye ve ekonomiye gerçek fayda sağlayamayan günümüz kentleri ve ihtiva ettikleri binalar da büyük oranda Platon’un mağarasına benziyor. Kurgusal ve insan doğasına aykırı bir alternatif gerçeklik… Etki yatırımları bu sürecin kırılma noktası olacaktır.